23 Mart 2011 Çarşamba

Azgın Tekeyi Eleştirirken Tekeleşmek

Radikal İki'yi yıllardır okurum. Orhan Tekelioğlu'nun  televizyonun izlenme oranına göre halkın beklentilerine cevap verebilen, veremeyen şeklinde ayırdığı, genellikle dizi sektörüne yoğunlaştığı yazıları  pek dizi izlemesem de, ilgimi genelde çeker. Bilirsiniz bir kendimize bir etiket edinmişsek, eleştiriyi bizim bildiğimiz, başkalarının bilmediği gerçeğine dayanarak yapar, ve acımasız olduğumuz ölçüde kendimize taraftar buluruz. (Taraftar ve yandaş arasında tercih yapamadım, ama taraftan daha iyi, yandaştan daha az zararlı diye bunu seçtim. Malum, bu kelimeler bugünlerde insanların kafasına atılacak birer sanal taş.) Her hafta dizi izleyip, dizi eleştirmeni olarak değil, sosyolog, psikolog, pedagog gözlükleriyle verip veriştiren Tekelioğlu'ndan henüz bir dizi senaryosu da kazandırılmış değil ülkemize bildiğim kadarıyla.

Yazarın "İzleyicinin şaşırtıcı bir yeteneği var, tekrarlara dayanamıyor ve klişelerle patinaja giren bir diziyi izlemeyi bırakarak cezayı kesiyor." veya "Meltem Cumbul’a yönetmen tarafından verilen, sinirlenince “kaşını gözünü oynat da pek komik ol” komutu bir müsamere oyunculuğundan öte bir sonuç vermiyor." tarzı yorumlarla ne kazandığını anlamak mümkün değil. Doğrudur dizi klasik bir Güneyer dizisi, berbat ötesi, neresinden baksanız orasından nefret ediyorsunuz. Doğrudur, azgın teke sendromu bu kadar kötü işlenir, Nuri'nin kardeşinin ona özenmesi ayrı bir toplumsal bunalım sebebi. Yalnız, ben dizinin tekrardan kaynaklı söndüğüne katılmıyorum; dizi bi halta yaramamasından dolayı sevilmedi. Yazar, kendisinin tasvip etmediği bir şeyi kimsenin tasvip etmemesi gerektiği düşüncesiyle, bir hata yapıyor, diyor ki, halk cezayı benim düşündüğüm sebepten dolayı kesiyor.


 Meltem Cumbul o diziyi birkaç hafta katlanılır kılan tek oyuncu olarak eleştiriyi değil, övgüyü hak etmiş. Yazar ilgi alanı olan sosyal olguyu irdelerken, kendi yeteneği ve sınırları üzerinde amacını aşan eleştirilerde bulunmadan önce tekrar düşünmeliydi. Bakınız, araştırınız, dizi eleştirilerinde Cumbul'un oyunculuğuna laf söyleyen yok, edindiği karakterin kendisine yakışmadığını savunanlar var.  Ben "yiğidi öldür, hakkını yeme" taraftarı bir insanım.Saatlerce TV başında oturup bu eleştirileri yazacak kadar vaktim yok, yerine okumayı tercih ediyorum. Radikal bana para da verse, Tekelioğlu'nun yaptığını yapamam. Amacımı aşıp yeteneğimin üzerinde kendisine ahkam kesemem. Yalnız yazarın kendisinde gördüğü bu hak, hayret verici düzeye ulaşmış durumda. Buyrun yapımı eleştirin, ama önce kendiniz kamera karşısına geçip o performansı bir bölüm sergileyip, hatta daha iyisini yapıp, sonra insanları yerden yere vurun. Ama hayır, o bir profesör doktor, saygın üniversitede saygın eğitimci. Ama Muhteşem Yüzyıl izliyor, Nuri izliyor. Bilmem anlatabildim mi.

15 Mart 2011 Salı

Cami Yeşili Soda Şişesiyle Rugby İzleyen Başörtülü Komşu

13 Mart İngiltere-İskoçya rugby maçını izlemek üzere sıradan bir sahil lokantasına davetliyim. Maçın başlama saati 17:00. Bir saat önceden yer bulmak için mekanda buluşuyoruz. Fıkra gibiyiz: Bir İskoç, Bir İngiliz ve ben, Türk. Fıkranın üç karakteri de kadın, ve biz yenileceğini bile bile Six Nations Turnuvasının İskoçya taraftarlarıyız.

Tıklım tıklım dolu restoranda çoğunluk da kadın. Yıllardır “Britanya banliyösü”nde yaşayan biri olarak bu bana aslında normal gelir; Britanya kadınları futbol ya da rugby izlerler. Kadın futboldan ne anlar mantığı Britanya kadını için geçerli değildir, sevmeyeni sevmez, seveni de sever. Kaslı, şortlu erkekleri izler, tezahürat eder. Stadyumda ya da pub/barlarda formalarıyla kadın nüfusunun fazla olması sorun değildir, neticede küfür herhangi bir Britanya kadınının ağzına, herhangi bir erkeğin ağzına “yakıştığı” kadar yakışır.

Ellerinde şarapları ya da largerlarıyla, kadınlarla erkekler arasında spor karşılaşmaları izlerken ayrım yoktur Britanyalılar için, kadınlar dönüp “ofsayt ne aşkım?” diye sormazlar, sevmek için kendilerini yırtmazlar. Oyuncu kadrosunu bilir, doğru hareketi alkışlar, karşı takımın antrenörüne hakaret ederler ve sadece gol olduğunda değil, takımının kalecisi mutlak golü engellediğinde de alkışlarlar.

Ben geçen Pazar ilk kez rugby maçı izledim, kurallarının bir kısmını anladım ve Amerikan futbolu dedikleri çılgınlıkla kıyaslanınca kasksız, dizliksiz, korumasız ve gerçekçi kurallarına saygı duyup izleyicilere hayran kaldım. Önce oyuna dair öğrendiklerimi anlatayım.
Kurallar basit: kırkar dakikalık iki yarı, uzatma yok, sarı-kırmızı kart yok. Faul halinde oyuncuyu kısa süre “sakinleşmesi” için oyun dışına çıkarma cezası var. On dört oyuncudan oluşan iki takım, oyuna hangi topla başlanırsa o topla bitrilmesi şart. Gerçek bir takım oyunu, itişip kakışma bile gayet stratejik. Hakemin ağzında bir mikrofon var ve izleyiciler hakemin söylediklerini duyabiliyor. Yaralanmalar gayet normal ve darbe yiyen, darbe vurana ana avrat gitmiyor, çünkü oyunda bunlar olur. İngiltere’de futbol izleyicilerinin maç izlerken alkol alması yasak ama rugby izleyicilerinin maç izlerken alkol alması serbest. Çünkü oyunda şiddetin yasak olduğu futbolun izleyicileri holiganlaşıp saldırganlaşıyorlar. Ne var ki rugby saldırgan bir oyun olmasına rağmen izleyicileri tezahüratta dahi bir spor karşılaşması izlediklerini unutmuyor, gayet sakin davranıyorlar. Bu ironi beni sarstı, kelimenin tam anlamıyla.

Türk kadını elinde şarapla futbolcuya “kır şu o. çocuğunun bacağını” diye bağırarak futbol izlerse, o salonda tüm erkekler susup kadının ruhunun önünde diz çöker, maç o anda herkes için biter. İngiliz kadını bunu söylerse, karşı takımı tutan erkek “o bacak şimdi sana bir gol atacak” diye cevap verir,  oyun devam eder.

Ben geçen Pazar, annem ve arkadaşlarını, karşılarında kocalarıyla bir restoranda, 100 kadar yaşıtıyla birlikte, ve hatta her yaştan insanla rugby maçı izlerken düşündüm. Babamın sakin sakin bir maçı izleme ihtimalini sevdim. Annemin babam az içsin diye kendisi sarhoş olacağı için maçın çoğunu kaçırdığını falan hayal ettim. Karşı komşumuzla ya da ne bileyim başka aile dostlarımızla, kalabalıkta maç izlemek daha güzel diye bir kafede cümbür cemaat maç izlediğimizi. İşte bu kafamın üstündeki sis bulutu o kelimelerle dağıldı; cümbür cemaat.
Cümbür tamam da, cemaat erkek egemenliği gerektiriyor onbeş yüzyıldır. Cemaat dedin mi annemin değilse bile mutaasıp karşı komşunun elindeki kadeh cami yeşili bir soda şişesine dönüşüyor. Sonra o komşunun başörtüsü gole giden futbolcuya heyecanlanırken kayıyor, biri görecek de ayıp olacak diye hemen başörtüsünü düzeltiyor kadın, ve kendisi gibi saçı gereğinden fazla görünen bir sürü arkadaşıyla birlikte tuvalete gidiyor. Sis bulutu gülmekten dağılıyor sonra hepten, İngilterenin try golüyle. Yedi puan İngiliz taraftarları harekete geçiriyor, kadınlar kocalarını öpüyorlar, İskoçlar hasımlarının ellerini sıkıp tebrik ediyorlar.

Gelişmişlik teranesi yapmıyorum.  Gelişmişlik illa ki şarap ya da bira değil elbet, derdim bu da değil.  Kadınlarımızı düşünüyorum. Okey günü, altın günü olan kadınlarımızı.. İmrendim ecnebi kadınlara, yemek yapan, alışveriş yapan, temizlik yapan, çocuk bakan, çocuklar önünde küfür etmeyen, rica eden, teşekkür eden, masada oturmak için izin isteyen, sigara içme izni olduğu halde rüzgar içmeyenlere götürüyor diye yer değiştiren, gülen, eğlenen, 13-14 yaşında çalışmaya başlayan, gazete, dergi okuyan, dünyanın en çok kitap okuyan kadınlarına. Bu kadınlar bütün bunlara, hatta arada tatile nasıl vakit buluyor, sonra nasıl hemen her hafta futbol ya da başka bir spor karşılaşması izliyor, hiç olmadı quiz gün/gecelerine katılıyorlar?

Türk kadını neden işten gezmeye, çocuklardan okumaya, temizlikten hobilere vakit bulamıyor?

Siz hiç 3-4 Türk kadınının, “hadi falan kafede buluşup tenis turnuvası izleyelim” diye buluştuğunu gördünüz mü? Çocuklarını tiyatroya götüren anne candır. Ama bizim ilçemizde izlenecek tiyatro yok. Bu yörede sosyaleşmek için altın günü ve sosyetesinin brunch günlerinden hariç aktivitesi olmayan on binlerce kadın var.

Türk kadınının futbol, rugby, adı ne olursa olsun, hayattan zevk almak için, dizilerdeki zengin kadınlara ve özel şoförlerine özenerek iç çekmeye son vermek için, gerçek hayattan, izleyip ertesi günü unutacakları ama onları bir arada tutacak aktivitelere ihtiyacı var. Çocukların özgüvensiz yetişmemesi için de, annelerinin üzerine düşmesinden kurtulmasına. Bu da ancak, evlenip çocuk doğurunca hayatın bittiğini zannetmeyen, yani hala bir hayatı olan annelere sahip olmakla olur.