23 Aralık 2011 Cuma

Fransaya Boykot


Fransız balkonlu evim, fransız arabam yok ve Dr.Oetker veya Loreal kullanmıyorum. Valla bak. Zaten fransa takımlarına da iddaa oynamam. Fransız sokaklarında çekilmiş facebook resimlerim yok, hiç fransızca orjinal CDye para vermedim, Candan Erçetin'i hariç tutuyorum. Paris hayalleri kurmadım, Lacoste giymezse ölür insanlara alerjim var.

Chanel, Pierre Cardin'e hiç param yetmedi, Fahrenheit kokmadım hiç. Marie Claire ve Elle gibi nişantaşı dergilerini hep reklamlarda gördüm. AXA, Gunes Sigorta, Basak Sigorta, Basak Emeklilik (Groupama International) tarafından sigortalanmadım hiç, sigorta ulusal karakterime ters zaten, Allaha emanet edip çıktım hep yola. Fransız şarabı içmem, köpek öldüren varken tenezzül bile etmem. En yakın Total benzin istasyonunun neresi olduğunu tarif de edemem. 

Ama fransız öpücüğünü boykot etmem, ettiremezsiniz.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Faşizm mi Gündemi Belirler Yoksa Gündem mi Faşizmi Besler?

Ölüm her yerde. Bir sabah bir uyanıyorsunuz, tüm kanallar teröre lanet ederek kan ağlıyor. Bir sabah bir uyanıyorsunuz, tüm medya intikam naralarıyla üzerinize geliyor. Başka bir sabah da tüm ırkçıların söz konusu ölüm olunca insan olduğunu hatırlayıp enkaz altından bir hayat kurtarmaya koştuğunu görüyorsunuz.

Siz yetişebiliyor musunuz gündeme? Yolsuzluk konuşulmasın yeter ki, altın rekora koşuyor haberi bile sizce ölümü örtebilir mi? Başınız dönmüyor mu sizin de?
 
Artık dur diyemiyoruz. Bir  kısırdöngü ki artık, ne durmak mümkün, ne son vermek. Irkçılık insanlara ilmek ilmek işlendi, Kürt ezilmekten bıktı, Türk Kürdün intikam seslerinden. Sonra o ondan intikam alsın, öteki berikinden derken, ötekileştirme evrimini tamamladı. Artık mesele dağdaki için onur meselesi, yerdeki için kan davasıdır. Ve kan her daim gözyaşı getirir. 

Benim çocukluğumda lodos yağmur getirir derdik, bebek katili derdik, siyasetçiler bıçak kemiğe dayandı derdi, borsa düşerdi, dolar yükselirdi, ama ben hiçbirini anlamazdım. Bir tek şunu anlıyordum, televizyondaki yüzüne tükürsen tükürük yapışmayacak kadar çirkin bir adama bebek katili diyorlardı, bi de yerde kadınlar ve çocuklar ölü olarak yan yana yatıyorlardı. Çoktular, ve kocaları teröre silah sıkmıyordu.

Gazetelerin köşe yazılarını okumayı tavsiye ettikleri yaşa geldiğimde terör İstanbulda arabaları kundaklıyordu. Eşşek kadar oldum, terör hala can alıyor, evladını teröre verenler hala terör sağolsun demeye, kendisine öyle emredildiği için gidip dağda ölen askerlerin anneleri vatan sağolsun demeye devam ediyor.

Sizce sınır ötesi operasyon bunu bitirecek mi? Sizce heronları siyonizmden, silahları kapitalizmden aldığımız sürece bu kan davası bitecek mi? 

Medyada “Dün taş attığınız, kurşun sıktığınız polisler, askerler size bugün yardım ediyor” diyerek deprem gibi bir felakette bile ırkçılığın daniskasını yapan reyting meraklısı, insanlıktan nasibini almamış kazan kaşıkları olduğu sürece, “kadın doğru söylüyor” zihniyeti olmaya devam edecektir. 

Daha birkaç gün önce başbakanın kendisi, medya patronlarını hizaya getirip terörü sevindirmeyin, milliyetçi damarımızı kabartın, intikam diye çığırın derken, bunu mu demek istemişti? Sınırın ötesinde çatışma olsun diye mi çatışma oluyor yani? Daha çok ölmek için mi? Deprem nasıl olur da düşmanlık malzemesi yapılabilir?
 
Daha geçen yıl açılan, yapımı 2 yıl süren devlet hastanesinin çöktüğü gerçeği kazınsın akla, o hastaneyi yapanı bulsun Müge Anlı önce, kimden ihale almış, niye düzgün yapmamış, onu öğrensin, bunca cana sebep olana düşman olsun.

Gündemde ölümler olurken Deniz Feneri vurgunclarının nasıl aklandığını bulsun, niye gündemde geri sıralara atıldığını söylesin, vurgunculara düşman olsun.

Çalık grubunun özür dilemesini bekleyen sosyal medya, düşmanlık ateşten gömlek. Tepkiyi reyting vermeyerek, yandaşlara reklam vermeyerek, yolsuzlardan alışveriş yapmayarak göstermediğimiz sürece bunun sonu yok. Gözlüklerimizin buğusunu silme, buzlu camı kırma vaktidir.

24 Eylül 2011 Cumartesi

3 Çocuk Kime Tavsiye Edilir


Başbakan sonunda üç çocuk kime tavsiye edilir, anladı.

Asgari ücretli, sigortasız işçiye mi tavsiye etsin, sigortası olup, en az 1500 lira geliri olduğu halde maaşını kira ve faturalara yatırarak bir soğandan 2 öğün yemek çıkarmak zorunda kalan nispeten şanslı memura mı tavsiye etsin, AVM hışmına uğrayan, dükkan kirası ev kirasına eklenmiş, şube zincirleriyle donatılmış ufak çarşı esnafına mı tavsiye etsin, yoksa devlet başkanlarına mı? Ben olsam da devlet başkanlarına tavsiye ederdim. Aferin.
Oy vermem ama, yurt dışındaki çıkışlarını bazen destekliyorum başbakanın. O “ışık” bazen yanıyo bence. Oy toplamak için halkla buluştuğunda, insanların ellerine tutuşturulan ampul bayraklarından insanları göremedi ki yıllardır, hallerini bilsin. Her gün ayrı takım giyen adam, her gün aynı elbiseyi giyen adamın neden o elbiseyi giydiğini bilmez. Anası ağlayan adam anasını alır, gider, sorun biter.
Ama işte ampul yandı, başbakan bi baktı, devlet başkanları arasında; adamların yediği önünde, yemediği arkasında. Kimbilir onların çocuklarını kimler okutuyor Amerikalarda. Demek ki neymiş, onlara tavsiye edilmeli çok çocuk.  
Van minüt, geç olsun güç olmasın. 2023 yılında hala devletin başında olacak adam bu gerçeği gördüyse, Türkiye –yeminle söylüyorum- süper güç olur.

26 Nisan 2011 Salı

Sikendallar Her Yerde Efenim, Durduramıyoruz

Seçimler yaklaşıyor, seçim havasına girip girmemek arasında gidip geliyor gündem.

Seçim dediğin, kartşı partiye çamur atmakla olur, öteki partiler "güneş balçıkla sıvanmaz" tarzı atasözleriyle geçiştirirler. Ama o gün geldiğinde herkes torpil yaptırdığı, tayin çıkarttığı, fakirse yardım paketini aldığı, hiçbiri değilse de babadan zihnine yerleştirilen partiye oyunu atar geçer.

Ama bu sefer öyle olmadı, demiyorum. Keşke diyebilsem. Bu seçim dönemi de gayet "Benim ürettiğim proje, senin ürettiğin hayal" diyerek, "Sen yolsuzsun, ben masumum" diyerek, "Güneş balçıkla sıvanmaz, bizi çekemiyorlar" diyerek geçiyor.

Bir de skandallar var, aslında her hükümetin, hele bir de yüksek oy aldıysa ve anayasayı değiştirme gücüne sahipse, seçimlerden en az aynı koltuk sayısıyla galip gelmesi kuvvetle muhtemelse, kaçınması gereken türden skandallar.


Hükümetsiniz, her türlü olanak elinizde, yasalar elinizde, kadrolaşma konusunda altyapıyı iki dönemde kurmuş, şimdi ülkenin en önemli meslek ve noktalarına ülkenin geleceği olan gençleri, ama sizin istediğiniz gençleri yerleştirmek kalmış. Muhalefet olanları toplu halde hapse atarak korku ortamı yaratmayı da başarmış, bir sonraki seçime hazırlanıyorsunuz. Daha önce de skandallarla uğraşmış, ama seçim öncesine denk gelmediği için yolsuzluğu başka gündem konularıyla örtmeyi başarmışsınız. Deniz Feneri Derneği, RTÜK, Ergenekon, KCK sizi durdurmamış, daha da güçlendirmiş ve meyvesini ÖSYM ile toplamaya devam edersiniz diye düşünüyorsunuz. İşte orda çatlak oluşuyor. Tepki baraj gibi. Ne deseniz yutmuyorlar. Ne kadar tıpa taksanız başka yerden sızıyor. Saçmalamaya başlıyorsunuz. Çünkü gündem değişmek bilmiyor.

ÖSYM haberlerini okuyorum. Skandalların KPSS ile başlayıp, YGS ile devam edip, ALES ile ayyuka çıkması herkeste bir "bardak taştı" tepkisi ortaya koyuyor. Cumhurbaşkanı ve  başbakan yardımcısı YGS skandalı patlak verdiğinde açıklama yaparak ÖSYM başkanına "tatmin olduk" sözleriyle sahip çıktıkları için tepki çekmişlerdi. Skandallar bitmek bilmeyince tepki verenler tarafından "tatmin" kelimesi Türkçenin elastikiyetine uğratılarak bu iki önemli siyasi isme tepkilerini  "hani şifre yoktu?" tarzında devam ettirdiler. Bağımsız bir kuruma, hükümet ve devletin tarafsız zirvesi katında sahip çıkmak, daha sonra da kurum başkanını istifaya çağırmak yerine sahip çıkmaya devam etmek de bazı sonuçlar doğurdu elbette. Saçmalama işte orda başladı.Mesela Bülent Arınç'ın rahatsız olduğu durum, bu olayın seçim öncesine denk gelmesi; birilerinin kayırılmış olması değil. Araştırılmasını istediği durum suçun sahibini bulmak ve cezalandırmak değil; bunu seçim öncesine getirmenin sorumlusunu bulmak.Skandallara imza atan bir kuruma sahip çıktıkları için rahatsız olmuyorlar, daha da dibe batarak, bunun bir komplo olduğunu ima edip, sıyrılmaya çalışıyorlar.

Oysa bu ülkenin geleceği olan gençler ve onların içine düştükleri durum umurlarında değil. Üzücü buldukları, skandalın kendilerine zarar veriyor olması. Dünyanın herhangi bir başka yerinde örneğini göremeyeceğiniz bir özgüvenle yolsuzluk ve hukuksuzluk silsilesine batmış, oy oranında göze batmayacak bir değişime sebep olacak bu skandalı da önemsemeyerek gündemin değişmesine çalışıyorlar. Çünkü biliyorlar ki, bizim seçmenimiz skandal falan tanımaz, oy vermeye devam eder.

22 Nisan 2011 Cuma

Tatmingiller Cemaati

Anlamıyorsunuz. Bu ılımlı islam dedikleri yeni rejim falan değil. Bu basbayağı bir mezhep.

Bir alevi olarak, benimsemediğim pek çok yönü olan alevilik bir mezheptir mesela, kitabın emrettiği müslümanlıktan pratikte biraz farklıdır. Namaza, ibadete, camiye, oruca bakış açısı değişiktir. Sünnilik pratikte kitaba en yakın mezheptir. Başka mezhepler de vardır.

Bir de ülkemizde ılımlı islam diyerek, politikayla, mahalle baskılarıyla insanlarımıza dayattıkları bir mezhep var. Mesela ılımlılık kelimesi, paranın tenle temasından sonraki vücut ısısındaki ılımayı işaret eder. Marstan geldiğine inanmamıza sebebiyet veren yeşil kanları çekiyor olacak; yeşil sermayeye daha yakın durur bu mezhep. Marstan geldiklerine inanıyoruz, çünkü hiçbir akciğer ya da böbrek insan kanındaki bu kadar günahı temizleyemez, donar o kan.

Ortaçağın papazları misali, insanlığın eğitimine, gelişime karşı olan bu mezhep, islamiyetle alakası olmayan bir şekilde, asıl yeşil sermaye sahibinin maşasının maşası için hutbeler okutarak, sözgelimi, başbakana karşı gelmek, Allaha karşı gelmektir gibi dini sömürülerle beslenmektedir. 

Tatmingiller mezhebi adını vermek istediğim bu güruh müslümanlığı mutasyona uğratmadan önce Marsta yahudilerdi desek, delillere uygun konuşmuş oluruz. Yahudi topluluğu da insanların gözünün içine baka baka paranın ve gücün azınlık bir kesimde toplanmasına var gücüyle çalışmakta, çoğunluğun aç, ve toklara muhtaç olmasını sağlamaktadır.Tatmingiller mezhebinin dayanağı ve asıl var oluş amacı da zaten müslümanlığın, gerçek müslümanlığın güçlü azınlık kesimi beslemesi, güçlendirmesi, bunu yaparken de zayıflayarak ilerde beslediği güce başkaldırmamasıdır.

Tatmingiller mezhebi mensupları dış görünüşlerinden derhal tanınabilirler. Müslümanlığın yükseliş döneminde, henüz din bir iktidar oyuncağı değilken, henüz her müslüman amaç için bir ve eşitken, aleviler başlarına kırmızı bant takarlar ve öyle savaşırlardı. Ancak öyle tanınırlardı. Bir kızılbaşı bir başka müslümandan ayırmanız yalnızca o ince detaya bağlıydı, çünkü herkes Allah'ın kulu, herkes eşitti ve çifte standart dinen yasaktı.

Tatmingiller mezhebi gördüğümüz kadarıyla bu eşitliği benimsemeyerek, başörtüsünü sıkmabaşa, sıradan bıyığı badem bıyığa çevirip, sermayeyi beslemeyeni ötekileştirip, çeşitli suçlarla dışlamadan tutuklamaya kadar giden "rengini belli etme" oyunlarına başvurdular.

Mezhebin son manevrası açıkça ve utanmadan halkı bölücülüğe ve bölünmeye teşvik etmek oldu. Ötekileştirme deneylerine müptela olmuş farklı din, dil, ırk, etnik drup ve fikirden milyonlarca kobay da, zil ve eti gördükçe salyasını akıtmaya devam ediyor. Bu da bizi en başa götürüyor: O salyayı yaratan bir güç olduğu inancıyla, salyanın doğasını kontrol edemeyen halk, zile mahkum kalmaya devam edecektir.

23 Mart 2011 Çarşamba

Azgın Tekeyi Eleştirirken Tekeleşmek

Radikal İki'yi yıllardır okurum. Orhan Tekelioğlu'nun  televizyonun izlenme oranına göre halkın beklentilerine cevap verebilen, veremeyen şeklinde ayırdığı, genellikle dizi sektörüne yoğunlaştığı yazıları  pek dizi izlemesem de, ilgimi genelde çeker. Bilirsiniz bir kendimize bir etiket edinmişsek, eleştiriyi bizim bildiğimiz, başkalarının bilmediği gerçeğine dayanarak yapar, ve acımasız olduğumuz ölçüde kendimize taraftar buluruz. (Taraftar ve yandaş arasında tercih yapamadım, ama taraftan daha iyi, yandaştan daha az zararlı diye bunu seçtim. Malum, bu kelimeler bugünlerde insanların kafasına atılacak birer sanal taş.) Her hafta dizi izleyip, dizi eleştirmeni olarak değil, sosyolog, psikolog, pedagog gözlükleriyle verip veriştiren Tekelioğlu'ndan henüz bir dizi senaryosu da kazandırılmış değil ülkemize bildiğim kadarıyla.

Yazarın "İzleyicinin şaşırtıcı bir yeteneği var, tekrarlara dayanamıyor ve klişelerle patinaja giren bir diziyi izlemeyi bırakarak cezayı kesiyor." veya "Meltem Cumbul’a yönetmen tarafından verilen, sinirlenince “kaşını gözünü oynat da pek komik ol” komutu bir müsamere oyunculuğundan öte bir sonuç vermiyor." tarzı yorumlarla ne kazandığını anlamak mümkün değil. Doğrudur dizi klasik bir Güneyer dizisi, berbat ötesi, neresinden baksanız orasından nefret ediyorsunuz. Doğrudur, azgın teke sendromu bu kadar kötü işlenir, Nuri'nin kardeşinin ona özenmesi ayrı bir toplumsal bunalım sebebi. Yalnız, ben dizinin tekrardan kaynaklı söndüğüne katılmıyorum; dizi bi halta yaramamasından dolayı sevilmedi. Yazar, kendisinin tasvip etmediği bir şeyi kimsenin tasvip etmemesi gerektiği düşüncesiyle, bir hata yapıyor, diyor ki, halk cezayı benim düşündüğüm sebepten dolayı kesiyor.


 Meltem Cumbul o diziyi birkaç hafta katlanılır kılan tek oyuncu olarak eleştiriyi değil, övgüyü hak etmiş. Yazar ilgi alanı olan sosyal olguyu irdelerken, kendi yeteneği ve sınırları üzerinde amacını aşan eleştirilerde bulunmadan önce tekrar düşünmeliydi. Bakınız, araştırınız, dizi eleştirilerinde Cumbul'un oyunculuğuna laf söyleyen yok, edindiği karakterin kendisine yakışmadığını savunanlar var.  Ben "yiğidi öldür, hakkını yeme" taraftarı bir insanım.Saatlerce TV başında oturup bu eleştirileri yazacak kadar vaktim yok, yerine okumayı tercih ediyorum. Radikal bana para da verse, Tekelioğlu'nun yaptığını yapamam. Amacımı aşıp yeteneğimin üzerinde kendisine ahkam kesemem. Yalnız yazarın kendisinde gördüğü bu hak, hayret verici düzeye ulaşmış durumda. Buyrun yapımı eleştirin, ama önce kendiniz kamera karşısına geçip o performansı bir bölüm sergileyip, hatta daha iyisini yapıp, sonra insanları yerden yere vurun. Ama hayır, o bir profesör doktor, saygın üniversitede saygın eğitimci. Ama Muhteşem Yüzyıl izliyor, Nuri izliyor. Bilmem anlatabildim mi.

15 Mart 2011 Salı

Cami Yeşili Soda Şişesiyle Rugby İzleyen Başörtülü Komşu

13 Mart İngiltere-İskoçya rugby maçını izlemek üzere sıradan bir sahil lokantasına davetliyim. Maçın başlama saati 17:00. Bir saat önceden yer bulmak için mekanda buluşuyoruz. Fıkra gibiyiz: Bir İskoç, Bir İngiliz ve ben, Türk. Fıkranın üç karakteri de kadın, ve biz yenileceğini bile bile Six Nations Turnuvasının İskoçya taraftarlarıyız.

Tıklım tıklım dolu restoranda çoğunluk da kadın. Yıllardır “Britanya banliyösü”nde yaşayan biri olarak bu bana aslında normal gelir; Britanya kadınları futbol ya da rugby izlerler. Kadın futboldan ne anlar mantığı Britanya kadını için geçerli değildir, sevmeyeni sevmez, seveni de sever. Kaslı, şortlu erkekleri izler, tezahürat eder. Stadyumda ya da pub/barlarda formalarıyla kadın nüfusunun fazla olması sorun değildir, neticede küfür herhangi bir Britanya kadınının ağzına, herhangi bir erkeğin ağzına “yakıştığı” kadar yakışır.

Ellerinde şarapları ya da largerlarıyla, kadınlarla erkekler arasında spor karşılaşmaları izlerken ayrım yoktur Britanyalılar için, kadınlar dönüp “ofsayt ne aşkım?” diye sormazlar, sevmek için kendilerini yırtmazlar. Oyuncu kadrosunu bilir, doğru hareketi alkışlar, karşı takımın antrenörüne hakaret ederler ve sadece gol olduğunda değil, takımının kalecisi mutlak golü engellediğinde de alkışlarlar.

Ben geçen Pazar ilk kez rugby maçı izledim, kurallarının bir kısmını anladım ve Amerikan futbolu dedikleri çılgınlıkla kıyaslanınca kasksız, dizliksiz, korumasız ve gerçekçi kurallarına saygı duyup izleyicilere hayran kaldım. Önce oyuna dair öğrendiklerimi anlatayım.
Kurallar basit: kırkar dakikalık iki yarı, uzatma yok, sarı-kırmızı kart yok. Faul halinde oyuncuyu kısa süre “sakinleşmesi” için oyun dışına çıkarma cezası var. On dört oyuncudan oluşan iki takım, oyuna hangi topla başlanırsa o topla bitrilmesi şart. Gerçek bir takım oyunu, itişip kakışma bile gayet stratejik. Hakemin ağzında bir mikrofon var ve izleyiciler hakemin söylediklerini duyabiliyor. Yaralanmalar gayet normal ve darbe yiyen, darbe vurana ana avrat gitmiyor, çünkü oyunda bunlar olur. İngiltere’de futbol izleyicilerinin maç izlerken alkol alması yasak ama rugby izleyicilerinin maç izlerken alkol alması serbest. Çünkü oyunda şiddetin yasak olduğu futbolun izleyicileri holiganlaşıp saldırganlaşıyorlar. Ne var ki rugby saldırgan bir oyun olmasına rağmen izleyicileri tezahüratta dahi bir spor karşılaşması izlediklerini unutmuyor, gayet sakin davranıyorlar. Bu ironi beni sarstı, kelimenin tam anlamıyla.

Türk kadını elinde şarapla futbolcuya “kır şu o. çocuğunun bacağını” diye bağırarak futbol izlerse, o salonda tüm erkekler susup kadının ruhunun önünde diz çöker, maç o anda herkes için biter. İngiliz kadını bunu söylerse, karşı takımı tutan erkek “o bacak şimdi sana bir gol atacak” diye cevap verir,  oyun devam eder.

Ben geçen Pazar, annem ve arkadaşlarını, karşılarında kocalarıyla bir restoranda, 100 kadar yaşıtıyla birlikte, ve hatta her yaştan insanla rugby maçı izlerken düşündüm. Babamın sakin sakin bir maçı izleme ihtimalini sevdim. Annemin babam az içsin diye kendisi sarhoş olacağı için maçın çoğunu kaçırdığını falan hayal ettim. Karşı komşumuzla ya da ne bileyim başka aile dostlarımızla, kalabalıkta maç izlemek daha güzel diye bir kafede cümbür cemaat maç izlediğimizi. İşte bu kafamın üstündeki sis bulutu o kelimelerle dağıldı; cümbür cemaat.
Cümbür tamam da, cemaat erkek egemenliği gerektiriyor onbeş yüzyıldır. Cemaat dedin mi annemin değilse bile mutaasıp karşı komşunun elindeki kadeh cami yeşili bir soda şişesine dönüşüyor. Sonra o komşunun başörtüsü gole giden futbolcuya heyecanlanırken kayıyor, biri görecek de ayıp olacak diye hemen başörtüsünü düzeltiyor kadın, ve kendisi gibi saçı gereğinden fazla görünen bir sürü arkadaşıyla birlikte tuvalete gidiyor. Sis bulutu gülmekten dağılıyor sonra hepten, İngilterenin try golüyle. Yedi puan İngiliz taraftarları harekete geçiriyor, kadınlar kocalarını öpüyorlar, İskoçlar hasımlarının ellerini sıkıp tebrik ediyorlar.

Gelişmişlik teranesi yapmıyorum.  Gelişmişlik illa ki şarap ya da bira değil elbet, derdim bu da değil.  Kadınlarımızı düşünüyorum. Okey günü, altın günü olan kadınlarımızı.. İmrendim ecnebi kadınlara, yemek yapan, alışveriş yapan, temizlik yapan, çocuk bakan, çocuklar önünde küfür etmeyen, rica eden, teşekkür eden, masada oturmak için izin isteyen, sigara içme izni olduğu halde rüzgar içmeyenlere götürüyor diye yer değiştiren, gülen, eğlenen, 13-14 yaşında çalışmaya başlayan, gazete, dergi okuyan, dünyanın en çok kitap okuyan kadınlarına. Bu kadınlar bütün bunlara, hatta arada tatile nasıl vakit buluyor, sonra nasıl hemen her hafta futbol ya da başka bir spor karşılaşması izliyor, hiç olmadı quiz gün/gecelerine katılıyorlar?

Türk kadını neden işten gezmeye, çocuklardan okumaya, temizlikten hobilere vakit bulamıyor?

Siz hiç 3-4 Türk kadınının, “hadi falan kafede buluşup tenis turnuvası izleyelim” diye buluştuğunu gördünüz mü? Çocuklarını tiyatroya götüren anne candır. Ama bizim ilçemizde izlenecek tiyatro yok. Bu yörede sosyaleşmek için altın günü ve sosyetesinin brunch günlerinden hariç aktivitesi olmayan on binlerce kadın var.

Türk kadınının futbol, rugby, adı ne olursa olsun, hayattan zevk almak için, dizilerdeki zengin kadınlara ve özel şoförlerine özenerek iç çekmeye son vermek için, gerçek hayattan, izleyip ertesi günü unutacakları ama onları bir arada tutacak aktivitelere ihtiyacı var. Çocukların özgüvensiz yetişmemesi için de, annelerinin üzerine düşmesinden kurtulmasına. Bu da ancak, evlenip çocuk doğurunca hayatın bittiğini zannetmeyen, yani hala bir hayatı olan annelere sahip olmakla olur. 

23 Şubat 2011 Çarşamba

Futurama

Futurama (TV Series 1999– ) - IMDb
http://www.imdb.com/title/tt0149460/

Bu diziyi bilmeyeniniz varsa, kendisinden utansın. Dizinin dördüncü sezonuna yeni başladım. Bunca zaman izlemediğim için de her bölümünde pişman oldum.

Genel olarak ilk iki sezonda her kesime laf sokma şeklindeki "sense of humour", özellikle sivri dili, üçüncü sezonda daha bi güncel dizi ve filmlerle dalga geçmeye ve mesaj vermeye, duygusallaşmaya döndü. Ben her halükarda seviyorum Bender'ın "Kiss my shiny ass!" hallerini. Ermeni soykırımı var dese de izlerim, o kadar yani.

Bu izlediğim sezondaysa, bir Amerikalı ne kadar mal olabilirse o kadar mal olan ana karakter Fry'ın "İşte dünyanın Amerika'yı sevmemesinin nedeni" dedirtecek kadar bencil olabileceğine, ama aynı zamanda da dünyayı kurtaracağına olan inancını hiç kaybetmeyeceğine şahit oldukça tırnaklarımı yiyorum.

Ama tüylerimi asıl ürperten başka bir olgu daha var. Bu özenilen rüyalar ülkesi, insanları bir araya getirmek için korku imparatorluğu yaratılması gerektiğine gerçekten inanıyor. Hatta inanmakla kalmıyor, bunu mizaha dönüştürüyor, benimsiyor ve terörün nabzı kan pompaladıkça birbirlerine mutlulukla sarılıyorlar. Neredeyse teröre teşekkür edecekler bunun için.

Bu dizinin ülkemizde gösterime girdiğini düşündüm. Aynı sivridille ülkemizdeki çarpıklıkları mizahlaştırdığını. Altı sezon boyunca kendi "başkanını", hayat ve beslenme tarzını eleştirdiğini. Hayır, altı sezon sürmezdi, ve hatta senaristleri hapse bile girerdi ergenekoncu olmaktan.

Ama Ergenekoncu olmakla suçlanmaları, hükümet eleştirileri için olmazdı. En darbeci bile karşı çıkardı korku imparatorluğunu savunan bölümüne. En Fetocu bile sevmezdi dini bir karakterin insanları baskı altında tutarak birbirlerine yaklaşmalarının alenen benimsendiği bir din politikasını. Ve herkes; korkan ve korkutulan; Patrick Suskind'in Koku'sundaki alenen toplu sevişme olayı gibi bir çarpıklıkla kendilerini karşı karşıya bırakan senaristleri kınarlardı. Dinciler inançsızlıkla cehennemi pay biçerler, solcular bunun bir sağcı komplosu olduğunu savunurlar, Fry gibi gençler asla o kadar geri zekalı olmadıklarını düşünürler, askerler ve siyasetçiler vatan hainliğiyle yaftalarlardı. Ama herkes hayatına devam eder, senaristler Ergenekoncu olurlardı.

Ben bunun aslında Amerika'nın bir konuşma özgürlüğü ülkesi olmasıyla alakalı olduğunu sanmıyorum.

Bizim ülkemizde her kesimden ve her fikirden insan konuşmaya ve söylemeye o kadar aç ki, işaret dilinden ve söylenmemiş şeylerden gündem yaratılıyor. Çünkü konuşamıyoruz. Çünkü az şeyler çok şey ifade etmeye çalışıyoruz. Çünkü az şeyden çok anlam çıkarıyoruz.

Amerika'daysa herkes her şeyi söylüyor. İnsanların bir kulağından girip ötekinden çıkıyor. Çok şey duyuyorlar. Çok şey konuşuyorlar. Artık kelimeler o kadar önemli olmuyor.

Biz nasıl meraklıyız oysa kelimelere takılıp kalmaya. Sen kürtsün mesela. Ben ayrımcıyım, ırkçıyım sana öyle söyledim diye. Kelimelerle ülke yöneten bir başbakanımız var. Hakkında söylenen her şeyi okuyup, duyup, gelir kapısına çeviriyor tazminat davalarını.Müjdat gezen mizaha vurarak akepe seçmenine aptal yaftası vurdu geçenlerde. Sen misin diyen. Kendini öyle bir savunmak zorunda kaldı ki sonra, Müjdat Gezen'i savunmayan da aptallar safına geçiverdi.Oysa örnek aldığımız batı, dizisinde, kendi başkanını yerden yere vurup suratına kokmuş organ fırlatıyor, insanlar sadece gülüyor.


 Onlar gelişmiş biz gelişmemişiz edebiyatı yapmıyorum. Çünkü bence gelişmişlik kime aptal diyebileceğinizle ölçülmüyor. Seviyesine erişmeye çalıştığımız ve bir parçası olamadığımız batının, sahip olunca batılı olduğumuzu sandığımız markaları ve tarzlarına, oyun konsollarına kendimizi kaptırdıkça, yakında zannedeceğiz ki, dünyayı korku kurtaracak; bir insanı öldürmekle başlayacak her şey.

15 Şubat 2011 Salı

Ortadoğu'da Yalnız Petrol Görmek

Başbakan Erdoğan, partisinin bugünkü grup toplantısında bir savunmada, bir ataktaydı. Gene her zamanki "ben ne yaptım şimdi?" diyen mağdur siyasetini yapmaktan geri durmadı, seçim sürecinde de genel politikasının bu olacağını da son günlerdeki tavrıyla gösterdi. Daha önce fazlasıyla işe yarayan bu politika bu defa da işe yarar mı, bilemiyoruz tabi. Ne de olsa ülkemiz göz göre göre gelen her şeye "şeriatın kestiği parmak" muamelesi yapmaya da alıştı.

Erdoğan yargıdan, muhalefetin sastükoculuğundan, sadaka edebiyatından, çok başarılı, ilham veren sıfır sorun politikasından ve sosyal devlet olgusundan bahsetti, Bahçeli'yi kendi matematiğiyle vurdu, ve tabi ki herkese laf yetiştirirken İsrail ve Mısır'ı da ihmal etmedi.

"Ordadoğuda sadece petrol görenler yanılgı içindedir" diyor başbakan. Asıl kendisi yanılgı içindedir. Ortadoğuda eğitimsiz ve din kisvesi altında uyutulmuş kitleler görüyorlar. Komünizm tehdidi ortadan kalktığından beri müslümanlığı terörle bağdaştırıp, Ortadoğuda harika bir bireysel-kitlesel silah pazarı yaratıyorlar. Batı yalnız petrol görmüyor, petrolden daha uzun süre nimetlerinden yararlanmak üzere her gün geliştirdiği silahları için devamlı müşteriler görüyor.

Henüz yaz sonunda ağzımız iki karış açılmadı mı Suudi Arabistan'ın 60 milyar dolarlık silah alımını okuduğumuzda? İran'ın nükleer silahlanmasını durdurmak hangi batı ülkesinin işine geliyor ki? İran silahlanırsa, komşularının veya batıdaki düşmanlarının DAHA fazla silahlanması gerekmeyecek mi? Tabi ki olay sadece İran'la sınırlı değil. Her ülkenin silahlanma politikası hakkında yazmanın uyku getirmekten başka anlamı da olmayacak. Özetle, Ortadoğuda yalnız petrol görmek için ancak Amerikan mandacılığını benimsemiş bir başbakan olmak gerekir.

Aslında sahip oldukları rezervlerin yakında tükeneceğini, bu yüzden, sahip olduklarının birkaç mislini deklare ederek batıya "bize muhtaçsınız" edebiyatı yaptıklarını  öğrenmemizle, sivil itaatsizlik hareketlerinin art arda gelmesi ne kadar tesadüftür bilmem. Kaldı ki ben bunca yıl petrolden dolayı Ortadoğuya akan paranın Ortadoğuda kalması fikrine bu kadar naifçe inanan bir başbakanımızın olmasından rahatsızlık duymadığımı söyleyemem. Ama hayır, başbakanımız aslında o kadar naif değil, halkımız naif. Geçen hafta bunu (halkın inanma potansiyelini) dile getiren bir tiyatrocuya "terbiyesiz, ahlaksız, ahmak" şeklinde bağıran bir Taraf köşe yazarı, kendini bu konuda şerefli addetmişti.

Ben şerefsiz olmayı, naif olmaya tercih ederim. Yeter ki yanılgı içinde olanlardan olmayayım.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Uğur Mumcu öleli 18 yıl oluyor

Uğur Mumcu katledildiğinde doğan çocuklar bugün reşit birer yetişkin oldular. Canım ülkemde adalet henüz emekleyemedi.

13 Ocak 2011 Perşembe

Anayasa Mahkemesi Süper Temyiz Mahekemesi

Yargıtay başkanı Hasan Gerçeker, Anayasa Mahkemesinin süper temyiz mahkemelerine dönüştürüldüğünü söyledi. Elbette ki hükümetten yalanlama gecikmedi. Süperler mıknatısı hükümetin süper lafına kaşıntısı olduğu zaten bildiğimiz alıştığımız bir durum.


Nedir bu süper temyiz mahkemesi olayı? Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı tanınındı. 150 Türk Lirası olan herkes, yasama veya idari, yani RTÜK yasası yahut başbakanlığın RTÜKle ilgili idari işlemleri hariç, bireysel her türlü davayla ilgili Anayasa Mahkemesine başvurabilecek. Yasal her türlü yolun tüketilmiş olması şartıyla. Yani, bir dava açacaksınız, kaybederseniz, Yargıtay ya da Danıştay yoluyla temyize gideceksiniz. (temyiz dilimizde yanlış kullanılan bir kelimedir. Biz temyizi "usule uyugunsuzluk veya kanuna aykırılık gereği tekrar görüşmek olarak kullanıyoruz) Temyiz sonucunda bir üst mahkeme, 1. derece mahkemenin kararının usule ya da kanuna uygunluğunu onayacak ya da bozacak. Bu durumda karardan hoşnut kalmazsanız, işte süper temyiz mahkemesine başvurma sıranız gelmiş olacak. Neden? Çünkü yıllarını vermiş ülkemiz yargıçları yeterince süper değiller.


Bir davanın yargıtayda bekleme süresi nedeniyle tekrar hortlayan Hizbullah yetmedi hükümete. Tutukluluk süresini kısaltmaya çalışıyoruz gibi bir gerekçe de duymadım hiç yetkililerin ağzından. Bakınız anlamayan kafam neler anladı: Artık ağır ceza ve asliye hukuk davaları söz konusu olduğunda, bekletilen tutuklular, ki ülkemizde tutuklu sayısı mahkum sayısından daha fazla, eğer katil, terörist veya nitelikli dolandırıcılarsa, temyiz üzerine temyizle, tutukluluk sürelerini uzatacaklar. Çünkü ülkemizde hala yargı süresini hızlandırmak söz konusu değil. Tutukluluk süresi yasal çerçevede dolanlar salıverilecek. 


İleri görüşlü devlet büyüklerimizin bireysel silahlanmanın kolaylaştırılması ve silah edinme yaşının düşürülmesini öngören yasa tasarısını hazırladıklarında, kendini katilden savunmak için katil olunmalı mantığıyla halkımızın güvenliğini düşündüklerine şüphe yok. 


Süper yetkili savcılar var. Süper yetkili bir başbakanımız var, son yetkisi tek başına RTÜK olmak, yani sansür. Süper milletvekillerimiz var, dokunulmazlık diyince ödleri kopuyor. Süper olmayanlar eziliyor bu ülkede, süper olmak için şans oyunlarına sarılıp zengin olmak istiyorlar. Yasalardan kaçıyorlar bir süper yasa koruyucusunun eline düşmekten korktukları için. Süper orantısız polis gücümüz var. Bir ara süper liselerimiz bile vardı. Süper mahkemelerimiz de gelirse, "süper adalet mülkün temelidir" olarak değiştiririz artık Ata'nın sözünü.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Muhteşem Yüzyıl

Söz konusu tarih olunca pimimiz çekiliyor. İyi ki ülkemizde sansasyon denilen bir olgu var. Olmasa, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi toplum genetiğimiz üzerinde oynayamayacağız.

Turnike yarışma programında Güner Ümit "kızılbaş" demeseydi, aleviler hala toplumda tırnaklarını yiyen korkaklar olacaklardı.

Yumurtaya can veren Rabbimin, o yumurtaya şiddet de verebileceğini düşünmeseydi biri, meslek hanesini "öğrenci" diye işaretleyen kesim hala üniversitenin asıl ses çıkarması gereken yer olduğunu duyuramayacaktı.

Hürrem Sultanı o kadar şikayet etmediler. Halbuki şimdi bir padişahın ve şanlı tarihin kaderinin kadınların elinde olmasından rahatsız olduğunu bildirip şikayet eden kesim, asıl o dizide, şanlı tarihimizin kaderinin bir kadının ellerinde olduğunu apaçık senaryolaştıran dizide şikayetçi olmalıydı. Ama sansasyon için yeteri kadar ünlü ekibi, yeteri kadar göğüs dekoltesi ve yeteri kadar muteşem bir ismi yoktu. Üstelik, gösterime girdiği dönemde diziler bu denli halkı hipnoz aracı değildi.

Ülkemizde halka "alkol bütün kötülüklerin anası", "verginizi zamanında ödeyin" tarzı mesajların, yahut öğrenciliğin çoktan seçmeli sınavlara indirgendiği günümüzde çocuklarımızın fişlenmemesi, düzgün etiketlenmesi için "nurcuların dershanelerine, mafyaların servis şirketlerine, AVMlere"yollamanın öneminin vurgulandığı sitkomlar yaygınlaştıkça kriz bizi ne kadar teğet geçti değil mi?

Peki ya bir gece için 150.000 teklif edilen, ağalı, kumalı, aşiretli, töreli, cinayetli dizilerin çok eşlilik, silahla cinayet, şans oyunları oynama sayılarıyla doğru orantılı olarak artması?

Kentlere göçler arttı, işsizlik arttı, derken göz boyayan ihtişamlı paralı, lüks arabalı, güzelli, yakışıklılı diziler arttı, ve zaten o ihtişamlı karakterler gibi sosyalleşemeyen halk evde oturup bu zengin hayatları izlemeye başladılar.Behlül'ün duvarındaki Eyfel Kulesi resmi, Bihter'in kokusu, Ezel'in gözlüğü, Polat'ın ceketi, Asmalı Konakın hanımının şalı, onun gömleği, bunun saçı..

Muhteşem Yüzyıl neden bu kadar fırtına kopardı? Bir kadının bir gece için 150.000 dolar alması da fırtına koparmıştı, ama ne başbakan bunca faşist bir önlem almıştı ne de ülkemizde Kürt meselesinden daha vahim olan namus meselesi 'dizi yayından kaldırılsın'a kadar ilerlemişti.

Ben sansasyon olmasına seviniyorum. Çünkü kime sorsanız, Kanuni'nin kaçıncı padişah olduğunu, kaç yıl hüküm sürdüğünü, ya da en basitinden, kendisini muhteşem yapan işlerden birkaçını söyleyemez. Ama şimdi öğrenecekler. "Haaa" diyecekler, "o da neticede insanmış."Artık bir padişah, sırf Türk tarihinin bir parçası diye aseksüel olamayacak. Artık" ben tarihi oldum olası sevmem" kesimi de mecburen bişeyler öğrenecek. İşin en güzel kısmı, hem tarihi bilmeyip hem şanlı tarihe lek sürdürmeyenler sayısında gözle görülür bir azalma olacak. Neticede bu ülkede "bölünme bile konuşulabilir, yeter ki şiddet olmasın" şeklinde yorum bile yapıldı. Artk konuşuyoruz.

Sansasyonun hükümet kanadında sevinmediğim yönü şu oldu. RTÜK kanununda değişiklik yaparak, başbakanın veya görevlendirdiği bir bakanın program kapatma yetkisi alması. Atatürk Can Dündar tarafından savaş anında bile kadın düşünen, paragöz, ikiyüzlü gözterildiğinde hiç rahatsız olmayan hükümet, Mustafa filminde aynı hasasiyeti gösterseydi, samimiyetlerine inanacaktım. Şanlı tarihimiz bu kadar hassas bir konuydu madem, madem bir padşahın hareminin olması bu kadar üzücü bir durum ve aslında cihatın önderinin kadınları olamaz, neden o zaman bu hükümetin mensubu olduğu islamik kesimde çok eşlilik bu kadar yaygın, en muhafazakar ili en çok içki tüketiyor ve en çok porno izleyen kesim onlar?

3 Ocak 2011 Pazartesi

Necmettin Erbakan 2. Murad Rolünde

Dün Radikal Pazarda Ezgi Başaran'ın "gülümsetme" vaadiyle yayınladığı bir Necmettin Erbakan röportajı vardı.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1034839&Date=03.01.2011&CategoryID=78

Bu röportajda, özetle Erbakan siyasette tek rakibi AKPnin şuursuz bir kadrolaşma olduğunu, dini saptırdığını, yeniyetmelikleri yüzünden ülkenin altımızdan kaydırıldığı için -kendi örneğini verirsem-, Fatih'in deneyimsizliğine karşı 2. Murad'ın tekrar başa geçme teşebbüsü gibi, bir "baba" vasfıyla ülkeyi kurtarmak üzere geri döndüğünü anlatıyor.

Röportajı okurken gülümsediğimi hatırlamıyorum. Bilakis, suratımın asıldığını hatırlıyorum. Erbakan'ın, ülkenin sanayileşmesi için yaptığını söylediği onca şeyden sonra, şuursuz addettiği hükümetin, tüm bu çabaları sattığını söylediği kısmında. Bu çok zeki adamın bana hatırlattığı tarih hiç de gülümsetmiyor çünkü.

Erbakan'ın vurgu yaptığı tarihte 2. Murad, tecrübesiz genç bir liderle genç bir ülkeyi, bir dünya imparatorluğu yapma öngörüsüyle, padişahlıktan kendi isteğiyle vazgeçen tek hükümdar olmuştu. Nitekim Fatih ünvanına kavuşacak olan oğlu, ülkeyi ekonomik ve ilmi açıdan çok da ileri taşımıştı.

İlmi derken kastettiğim, daha teknolojik matbaa ya da sanayi devriminde daha ileri düzeyde buharlı makineler değil elbette. 18. yyda sanayi devrimi yaşanırken, halkı dinle uyutan, tanrıcılık oynayan bir cemiyete dönüşen taht, ilmi ancak, başkasının üretip kendisinin hazır bulduğu ürünler olarak bildi. Alınları secdeye değerken önlerinden akan tarih bugün hala aynı şekilde akıyor. Şöyle ki;

O zaman da batıda yeni şeyler oluyordu; batı makineler üretip bilgiyi çoğaltıyordu; Osmanlı torununun dışa borçlanmayla ekonomik özgürlüğü ve hatta tam bağımsızlığı elinden alınmıştı; tüm yenilikler ve icatlar hep batıda olur, burda yalnız parası olan alırdı ve üretim olmayınca sadece hammadde pazarı ve işsizlikle anılırdı ekonomi, şimdi de değişen bişey yok. Hatta sırf bu sebeplerden dolayı, o zaman da kaynaklarımız sömürülüyordu, şimdi de sömürülüyor.

Geçmişte de dışardan gelen teknolojiyle rekabet edemiyorduk, şimdi de edemiyoruz. Üstelik daha kötüsü var, gümrük vergisi yabancıların değil, yine kendi vatandaşımızın sırtına yük. Tıpkı kapitülasyonlar sayesinde yabancı tüccarların daha karlı olması gibi.

Etnik köken milliyetçiliğini yaygınlaştıran ittifak devletlerinin nasıl başarılı olduğu ve Orta Doğu ve Balkanlarda bize ne büyük toprak kayıpları yaşattıklarına değinmeyeceğim. En azından bu seferlik. Her ne kadar Erbakan tarihin bu tekerrürünü de anımsatmış olsa da.

Benim büyük resmi görmekle ilgili bir takıntım var. Ama sıradan bir vatandaş olarak elbette imkansız. Ama oturmuş kafamı kaşıyorum. Kaşındıran sorularım var çünkü. "Benim adım Kemal, ben yaparım" diyen adam lider gömleği ödünç gibi duran yapıştırma bir başkanken, Erbakan yeterince genç değilken; Erdoğan da Abdülaziz olmuşken, Apo'nun kendine Mustafa Kemal rolü biçmesine şaşırayım mı, yoksa Apoya bu cüreti veren Abdülaziz Erdoğan'dan mı tiksineyim?

1 Ocak 2011 Cumartesi

Yılmaz Özdil sayı saymayı öğrenir

1 ocak

1 ocak 1958, ab kuruldu.

1959, türkiye başvurdu.
1960-ihtilal
1961
1962
1963
1964-cengiz topel şehit1965
1966-İnönü "ortanın solu" kavramıyla sosyal devlet hayalini gömer
1967-anadol otomobil
1968-ABD filosu İstanbul'a demirler
1969
1970
1971
1972-darağacında 3 fidan
1973
1974-"ayşe tatile çıksın"
1975
1976
1977
1978-katliamlar ve bombalar dinmez
1979-Abdi İpekçi katledildi
1980-"our boys did it!" 12 eylül darbesi
1981
1982
1983-sivil hükümete nihayet geçiş
1984-PKK eylemlerinin başlangıcı
1985
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
1993-"uğur'lar olsun"
1994
1995
1996-susurluk kazası
1997-"aydınlık için 1 dakika karanlık"
1998-RP'nin kapatılması
1999- bebek katilinin yakalanması-17 ağustos depremi
2000
2001-ekonomik kriz
2002-AKP iktidarı
2003-eurovizyon birinciliği 
2004
2005
2006
2007-Hrant Dink suikastı
2008-kriz bizi inşallah teğet geçecek
2009
2010
1 ocak 2011...''


Bakınız Hürriyet gazetesi yazarı Yılmaz Özdil'in boş bıraktığı yerlerde, fazla göze batmasın diye öylesine serpiştirdiğim olaylar arasında eurovizyon haricinde, aponun yakalanması da dahil, bir tane iyi olay var mı? Hala AB'ye üye olamayışımızı kendisi, bir gazeteci olarak neden özetleyemedi? Bertaraf edilmekten mi korkuyor? 


Etnik gruplara yapılan katliamları, emuhtıraları, militarist hükümet(ler)in suikastlara nasıl sessiz kaldığını, kapatılan partilerin tamamını, "ananı da al da git"leri bu listeye eklemedim. 


Bu tarih listesi uzamaya devam edecek. Büyükelçilik bombalamaları, krizin intihar bilançoları gibi eklemeleri, o zaman yapacağım. Depresyona girmeyelim diye.